Geçtiğimiz günlerde YouTube’da gezinirken İrem Karcı’nın Issız Adam filmi üzerine yaptığı psikolojik analiz videosuna denk geldim. Daha önce birkaç kez izlediğim bu film, bu defa başka bir yerime dokundu. Belki yaşanmışlıklar, belki de artık kendime başka sorular soruyor olmam… İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Sonra dedim ki, bu filmi yeniden izlemeliyim. Sadece sahneleri değil, o sahnelerdeki hisleri de…
İşte bu yazı, o geceden, o filmden ve içimde yankılanan duygulardan doğdu. Ve bir karar verdim: Bu hikâyeyi iki ayrı karakterin gözünden, iki ayrı yazı olarak ele alacağım. İlki; duygularını cesurca yaşayan, sevmekten korkmayan ve bu yüzden fazlasıyla veren Ada’nın hikâyesi olacak. İkincisi ise; sevildiğinde kaçan, kendini layık görmeyen, yalnızlığı seçen Alper’in…
Ama şimdi, ilk durakta Ada’yla buluşalım.
Ada Kimdi?
Ada, kendi halinde ama yüreği oldukça derin bir kadın. Hayata romantik bir pencereden bakıyor. Sevmeye, bağ kurmaya açık ama bu açıklık bazen fazlalığa dönüşüyor. Çünkü Ada’nın sevgisi sessiz bir mücadele gibi: İlişkiyi ayakta tutmak için fazlasıyla çabalıyor, anlayış gösteriyor, susuyor, sabrediyor. Sevgiyi, emekle ölçüyor. Ama bir noktadan sonra, bu çaba onu içten içe yoran bir fedakârlığa dönüşüyor.
Onun hikâyesinde en dikkat çekici şey şu: O, “olduğu haliyle sevilmekten” çok, “sevilmeye değer olduğunu kanıtlamaya” odaklanıyor. İşte burada, duygusal yakınlıkla birlikte ortaya çıkan kaygılı bağlanma stili kendini göstermeye başlıyor.

Terk Edilmekten Korkan Kalp, Daha Sıkı Sarılır
Ada, ilişkide sevginin var olması için kendinden vazgeçmeyi göze alan biri. Alper’i olduğu haliyle sevmeye hazır. Onu değiştirmeye çalışmıyor; sadece yanında kalmasını istiyor. Fakat ne zaman Alper uzaklaşsa, Ada daha çok yaklaşmak zorunda hissediyor. Her geri adım, onda yeni bir çaba, yeni bir sabır doğuruyor. Psikolojik olarak baktığımızda, bu davranış döngüsü “kaygılı bağlanma” stilinin en net yansımalarından biri.
Ada için ilişki bir sevgi alanı değil, çoğu zaman bir sınav gibi. Küçük davranışlar, göz göze gelişler… Her biri onun zihninde büyük anlamlara dönüşüyor. Sevgi onun gözünde sabit bir duygu değil; her gün yeniden hak edilmesi gereken bir şey gibi. Alper’in duygusal olarak geri çekilişi, Ada’yı daha çok sarılmaya zorluyor. Ama ne kadar sarılsa da, karşısındaki kişinin ruhunda bir boşluk var — ve o boşluk, Ada’nın sevgisiyle dolmuyor.
Bu noktada Ada, kendi duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelmeye başlıyor. Onun tüm varlığı ilişkide bir “tutunma” hâline dönüşüyor. Sevilmek için gösterdiği çaba, zamanla yıpratıcı bir fedakârlığa evriliyor. Belki de Ada, bir noktadan sonra sadece Alper’i değil, kendi benliğini de kaybetmeye başlıyor.
Ayrılık Anı: Ada’nın Sessiz Çığlığı
Ayrılık sahnesi, Ada’nın iç dünyasının en çıplak hâliyle karşımıza çıktığı an. Alper’in “Ben ayrılmak istiyorum” sözleriyle başlayan bu an, Ada için sadece bir ilişkinin sonu değil, aynı zamanda kendi benliğinin sınandığı bir kırılma noktasıdır.
Ayrılık sonrası Ada’nın yaşadığı duygular, bir yandan derin bir hüzün, diğer yandan ise bir kabulleniştir. Alper’in kendisini yetersiz hissetmesi ve bu yüzden ilişkiyi sonlandırması, Ada için anlaşılması güç bir durumdur. Çünkü o, Alper’i olduğu gibi sevmiş, onunla bir gelecek hayal etmiştir.
Bir Aşkı Kurtarmak Mümkün müydü?
Belki de hikâyenin asıl sorusu buydu. Sevmek gerçekten yeterli olabilir miydi? Yoksa bir ilişki, iki kişinin ortak çabasıyla mı var olurdu?
Ada bu sorunun yanıtını yaşayarak öğrendi. Kalbini açtıkça, daha çok verdi. Ama verdiği kadar karşılık alamadı. Birlikte olmanın yükünü tek başına taşıdığı her an, içten içe biraz daha yalnızlaştı.
Zamanla şunu fark etti: Sevgiyi yaşatmaya çalışmak, sevildiğini hissetmekten çok daha yorucu olabiliyor.
Ve bu yalnızlık, canını yaksa da ona en önemli gerçeği fısıldadı: Bazen en güçlü bağ, bir başkasına değil, kendine kurduğun bağdır.
Yeniden Göz Göze Gelmek
Yıllar sonra bir sinema salonunda karşılaştıklarında, sessiz bir bakış her şeyi anlatır. Ne pişmanlık ne umut… Sadece bir hatırlayış. Ada, Alper’in hayatında hâlâ bir yerinin olduğunu bilir ama artık o yer, kalbinin ortasında değil, derin bir hatıra köşesindedir.
Ayrılıktan sonra Ada, Alper’in doğduğu eve sessizce gider. Karşılaşmazlar. Bu onun için bir kapanış, söze ihtiyaç duymayan bir vedadır. Alper’in çocukluğunu, kırılgan tarafını yanına alır; ona değil, ona duyduğu sevgiye veda eder.
Zamanla kendi yolunu çizer. Evlenir, yurtdışına taşınır, bir çocuk sahibi olur. Alper’i hâlâ sessizce yad eder belki ama bu sevgi artık bir engel değil, izdir. Çünkü Ada bilir: Sevmek, bazen gitmekle başlar.
Ada’nın hikâyesi, birçok insanın hikâyesi aslında. “Sevgi yeter” inancıyla sarıldığımız ilişkilerin, bazen sadece sevgiyle ayakta kalamayacağını fark ettiğimiz yer. Çünkü bir ilişki, sadece duyguyla değil; seçimle, dengeyle ve iki taraflı emekle var olur. Ada sevdi, anlamaya çalıştı, verdi. Ama tüm bunları yaparken, neyi seçtiğini de biliyordu. Göz göre göre girdi bu hikâyeye; bir mucize değil, gerçek bir bağ umarak. Ve belki de en kıymetlisi, sonunda o bağı önce kendisiyle kurmayı seçti.
Onun hikâyesi, sadece bir “kaybeden”in değil, bir “uyanış yaşayan”ın hikâyesi. Ada ne kadar sevdiğini bildiği hâlde, Alper’in kalbine ulaşamayacağını da sezmişti. Ve işte bu sezgiyle, sevdiği hâlde yürümeyi bırakmayı seçti. Çünkü biliyordu: Kendini unutmak, birine sadakat değil; bir zaman sonra kendine ihanet oluyordu.
Bu yazı, Issız Adam filminden çıkarılabilecek psikolojik analizlerin ilk bölümü. Bir sonraki yazıda, hikâyenin diğer ucunu; Alper’in duygusal yalnızlığını ve içsel kaçışlarını ele alacağız.
Ama şimdi, Ada’nın hikâyesini yüreğimizde bir süre taşıyalım. Çünkü her kaygılı bağ sadece kaybetmekten korkmaz; bazen göz göre göre sever.
Ve bazen en büyük sevgi, vazgeçmek değil… neye neden sarıldığını bilerek kendi yoluna yürümektir.


Yorum bırakın